Bu sabah penceremden bakınca dağların yeşerdiğini fark ettim. Toprak yumuşacık görünen dokusuyla, gökyüzü parçalı bulutuyla bir tablo çizmişti gözlerime. Görünen bu tabloya ulaşmam gerektiğini düşündüm.
Mevsim artık güler yüzünü gösteriyordu manzaralara fakat Ankara bu yüze aldanmamak gerektiğini öğretiyordu her fırsatta... Ben de güneşin ışıltısına aldanmadan, kalın bir mont giyerek yola çıkmaya karar verdim. Güzergahım belliydi, pencereden gördüğüm manzaraya ulaşmaktı hedefim. Ve saatlerce yürümeyi göze alarak yola koyuldum.
Şehirden uzaklaştıkça oksijenin ciğerlerime işlediğini hissediyordum. Patika yollardan geçerken toprağın sükunet ile sarmaş dolaş olduğunu düşünüyordum. Cıvıl cıvıl kuş sesleri, daha önce hiç bu kadar yankılanmamıştı kulaklarımda...
Varmak istediğim noktaya az kalmıştı ki doğanın sesine bir yenisi eklendi. Çıngıraklar eşliğinde yükselen kuzuların sesiydi bu. Küçücük kuzular annelerine sığınarak ayak uyduruyordu sürüye. Annelerinden uzaklaştıkları vakit telaşa kapılıp hızla ilerliyor ve annelerini bulmak için çaba harcıyorlardı. Cesur olmak için annelerine ihtiyaçları olduğu belliydi.
Güzel bir manzaraya doğru yürüyen bu sürüde bir kuzunun bana yaklaştığını farkettim. Korkmaması için bir müddet hareket etmeden bekledim. Sonra yavaşça adım atıp sevmek istedim. Korktu tabii, bizi uzaktan seyreden annesine doğru koştu.
Anne güç demekti... Anne koruyucu bir melekti. Uzak olsa dahi yavrusuna sahip çıkan yumuşak bir yürekti...